KALBİN BEYİN FONKSİYONLARINA SAHİP BİLİNMESİ
KUR’AN’DA BEYİN YOK
Kur’an’da insan beyninden hiç söz edilmemiştir, çünkü bilinmez. Halbuki beyin, insanı insan yapan organdır. Beyin bilinmediği için duygular, düşünceler kalbin fonksiyonları olarak belirtilmiştir.
Örneğin Bakara suresi 97. ayetinde; Cebrail’in Kur’an’ı peygamberin kalbine indirdiği yazılmıştır. Bilim ise, bilgilerin ve hafızanın beyinde saklandığı kanıtlamıştır.
Yine Bakara suresi 260. ayetinde İbrahim’in kalbinin tatmin olması için Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini istediği yazılıdır. Halbuki tatmin olan, ikna olan kalp değil, beyindir.
Hacc 46. Onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, onunla akıl ettikleri kalpleri ve onunla işittikleri kulakları olsun. Fakat baş gözleri kör olmaz. Lâkin sinelerdeki kalpler kör olur.
Görüldüğü gibi ayette akledenin, düşünenin kalp olduğu ifade edilmiştir ki tamamen bilimdışı bir ayettir.
Birçok ayette de kalbin mühürlenmesinden söz edilir.
Şura-24. Yoksa onlar, senin hakkında: “Allah’a karşı yalan uydurdu” mu diyorlar? Eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler. (…)
Tegabun-11. Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbine hidayet verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
Hidayet verilecek olsa, verileceği organ kalp değil, beyin olmalıdır. İslamcılar bunu, bugün de sevginin, merhametin kalple ifade edilmesiyle açıklar. Tersine bu ifade şekli, dini inançlardan kaynaklanarak oluşmuştur. Bazı İslamcılar ise kalbin de beyinsel fonksiyonlara sahip olduğunu iddia eder. Bu iddianın hiçbir bilimsel yanı yoktur. Kalp, sadece kan pompalayan bir organdır ve beyin işlevlerinin hiçbirine sahip değildir. Bu yanlış, müteşabihlikle de izah edilemez. Kalple ilgili birkaç ayetin müteşabihliği olsa da, Kur’an’ın tamamında ve onlarca ayette bu şekilde geçmesi, böyle bilindiğinin göstergesidir.
Tevrat ve İncil’de de beyin yok. Onlar da beyin fonksiyonlarını kalbe mal etmiş:
İNCİL – Luka: 2/ 35. Senin kalbine de adeta bir kılıç saplanacak. Bütün bunlar, birçoklarının yüreğindeki düşüncelerin açığa çıkması için olacak.
TEVRAT – Yasanın Tekrarı: 29/ 4. Ne var ki, RAB bugüne dek size kavrayan yürek, gören göz, duyan kulak vermedi.
Halbuki beyin binlerce yıldır bilinmekteydi. Bilinmesi bir yana, İslam’dan önceki yüzyıllarda beyin ameliyatları bile yapılmaktaydı. Arkeolojik kazılarda 5-10 bin yıl önce beyin ameliyatı yapılmış iskeletlere rastlanmıştır. Beynin fonksiyonlarının bilinmesi sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olsa da, bilim, tanrının gönderdiğine inanılan din kitapları gibi kalbe beynin fonksiyonlarını verecek şekilde bir büyük yanlışa imza atmamıştır.
Beynin Keşfi
Tarihte ilk kez duygu ve düşünce organının kap değil beyin olduğunu ileri süren Antik Çağ’da Pisagor’un öğrencisi Alkmeon’dur. Alkmeon (M.Ö 500), eski Mısırlı bilimcilerden ve Yunanlılardan farklı olarak, akılsal yeteneklerin merkezinin kalp değil, beyin olduğunu anlamış ve ileri sürmüştür. Duyu organlarını keşfetmiştir. Beynin duyu merkezi olduğunu söylemiştir. Beyin ile duyu organları arasında bir bağ olduğunu söylemiştir. Bu bağda herhangi bir kesintiye uğrarsa iletişim kesilir.
Alkmeon’dan sonra “Hipokrat’ın(MÖ. 460-370) ileri sürdüğü beyin hipotezi içinde, insanın duygu dünyasının ve davranışlarının kaynağının beyin olduğu ileri sürülmektedir.
Aristoteles’e (MÖ. 384-322) göre ise algının merkez organı beyinden ziyade kalp idi. Merkezi duyu organı olan kalp, tek tek duyu organlarıyla bağlantılıydı.
MS 2. yüzyılda yaşayan Galen, beyin konusunda önemli görüşler ileri süren bir kişidir. Ortaya attığı fikirler, bugünün verileriyle önemli ölçüde çelişse de, söyledikleri uzun bir dönem birer yasa olarak kabul edilmiştir. “Galen’in ortaya koyduğu Ventrikül Hipotezi, davranışların, beynin sıvı içeren karıncıklarında organize olduğunu ileri sürmektedir.
Bu hipotezin ortaya atılmasından sonra beyin serüveninin en uzun duraklama dönemlerinden biri başlamıştır” (Smith 1986: 87).
Beyin hakkında ileri sürülen bu görüşler yaklaşık olarak 1400 yıl geçerliliğini korumuştur.Rönesans dönemine kadar yapılan çalışmalarda, bazı önemli fikirler ortaya atılmıştır. Örneğin 10. yüzyılın sonları ile 11. yüzyılın başlarında, erken Rönesans olarak tanımlanan dönemde İbn-i Sîna, (MS) 4. yüzyılda ortaya atılan hücre doktrinini önemli ölçüde destekleyici fikirler ileri sürmüş, beyindeki karıncık sayısını beşe çıkarmıştır.
Beyin konusunda ilk çağdaş fikirlerin ortaya atıldığı dönem 17. yüzyıldır. “Bu yüzyılda Le Boe Sylvius, beyinde bu adla anılan yarığı saptamıştır. Aynı zamanda beyin korteksinin işlevsel önemini vurgulamıştır. Bu dönemde beyin korteksinin en yetkin çizimini ortaya koyan ve korteksin önemini vurgulayanlardan biri de Descartes’tir. Descartes’in aslında ilgilendiği konu, ruhtur” (Smith 1986: 89).
Kısacası, eski geleneğe bağlı kalınmakla birlikte 17. yüzyıl, tıp biliminin gelişim sürecinde bir geçiş dönemdir. “18. yüzyılda Anton de Leewenhoek ilk mikroskobu yapmış, bununla beyin korteksini incelemiştir.
Zekâ
“19. yüzyılın sonlarına doğru beyindeki dil merkezleri keşfedilmiştir. Wernicke ve Broca bu alandaki çalışmalarıyla önemli adımlar atmışlardır. Yine bu yüzyılda, Pavlov’un öğrencisi Anokhin, beynin büyüklüğü ile zekâ arasındaki ilişkiyi araştırmıştır.
Anokhin, zekâyı beyin hücrelerinin sayısı değil, küçük çıkıntılar üzerindeki beyin hücresi dokunaçlarının etkilediğini farkeden ilk kişidir. Her çıkıntının en azından bir diğeriyle ilintili olduğunu ve böylelikle diğer hücrelerle elektrokimyasal etkileşimler kurduğunu açığa çıkarmıştır.
İlk kez Krotonlu Alkmeon’un fikrini ortaya koymasından bu yana 25 yüzyıl geçmiştir. Beyin konusundaki gerçekçi bilgiler, uzun bir duraklama döneminden sonra 17. yüzyıldan itibaren sistemli bir şekilde gelişmeye başlamıştır. Günümüzdeki beyin bilgisinin kaynağını ise, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaklaşık 60 yıllık bir süre içinde biriken veriler oluşturmaktadır.